27 Mart 2009 Cuma

kurtarma zihni ile ilgili alıştırmalar

Birine birşey verdiğinizde karşılığında ne aldığınızı düşünün.

Tanrıcılık oynamak ya da kurtarma zihni

Bu sanırım mutlu etmeye çalışmanın bir adım ötesinde... Birilerine kurtarmaya çalışmak. Basit bir sadaka vermek bile olabilir. Borç vermek, öğüt vermek, akıl vermek...
Ben bunları genellikle kurtarma zihni ile yapıyorum. Sonra da kendimi çok iyi hissediyorum. O kişinin hayatında anlamlı bir farklılık yarattığımı düşünüp seviniyorum.

Ne komik. Aslında "biz neye hazırsak o da bizim için hazırdır." yani "benim ihtiyacım olan birseyi evren bana zaten tam da ihtiyacım olan zamanda verir."
Hangi kanaldan verir, ona kalmis.
Demek ki biz vererek tanrıcılık oynayanlar sadece aracılarız. Doğru zamanda doğru yerde olmakla sadece sonsuzlukta bir zerreyiz.

Mor Yıllar (Color Purple) diye bir film var. Amerika'da zenciler ve beyazlar arasında kölelik ilişkilerine değinen bir film. Orada çok çarpıcı bir sahne vardı. Varlıklı bir beyaz kadın, otomobilini kullanamıyor, kontrolden çıkmasın diye zenciler arabaya atlayıp kontrole almaya çalışıyorlar. Kadın korkuyla bağırıyor: "Ben size hep iyilik ettim, hep sizi savundum, ama kötülük buldum, bana neden saldırıyorsunuz?" vs. Durumun kesinlikle farkında değil. İyilik ettim diye yaptığı kötülüklerin farkında değil. Çünkü zencileri kendine eşit görmüyor.

Bu verme- alma olayının altında yatan tuhaflık işte burada. Eşit olmama hali. Hatta atasözü bile olmuş: "Veren el alan elden üstündür" Tanrıcılık oyunu işte tam burada başlıyor.
Oysa "ben herkesle birim"
Adaletteki anlamı ile eşit değil, BİR. Tasavvuftaki gibi BİR.

Ben herkesle birim.

Sadece oyundaki rolüm farklı, o kadar.

Mutlu etmek - alıştırmalar

OLma haline geçin.
Ne zaman içinizden biri için birşey yapmak geçse, özellikle de o kişi sizden bunu istememişse, durun ve sorun kendinize: "Ben bunu neden yapmak istiyorum?"
Rüşvetçiliği bırakalım artık. Sevilmek için rüşvet vermemize gerek yok ki, biz zaten sevgiyiz. Sevgiden geldik, sevgiye gidiyoruz.

mutlu etmek

Bu gece çok klişe birşey yazayım dedim... "Herkesi mutlu edemezsiniz." Eee, bunu zaten biliyoruz, kaç defa yaşadık, ama akıllandık mı? HAYIR.

Peki o zaman soru şu: "Neden hala insanları mutlu etmeye çalışıyoruz?"

Kimileri, insanları mutlu edince mutlu oluyorum diyerek geçiştirebilir tabii ki.

Ben kendime baktığımda bazı nedenler buldum aslında...

Herşeyden önce, eğer insanların hoşuna gidecek birşey yaparsam beni severler ya da sevmeye devam ederler. Bu enteresan... Yani düşünün, zaman zaman annenizin sevgisi bile koşullu geliyor size.. Sanki onun beklentisine uymazsanız sizi bir daha sevmeyecekmiş gibi.

Bu zaten başlı başına bir konu. "Eğer ....'ı mutlu etmezsem artık beni sevmez" zihnimi iptal ediyorum, şu anda ve sonsuza dek, tüm zaman, mekan ve boyutlarda.

Ama bunun da altına indiğimde daha başka bir konu daha var. İnsanlar beni severse ne olur? Daha güçlü olurum. Evet, daha GÜÇLÜ.

Güçlü olma takıntısına ayrıca değinmek istiyorum, yine de nelerin altında güçlü / Güçsüz oyunlarının olduğunu gördükçe şaşırıyorum. Titizlikle bu konunun üzerinde çalışılmalı.

Ben kendimi güçsüz olduğum halimle seviyorum.

25 Mart 2009 Çarşamba

Olma hali ile ilgili alıştırmalar

Durun, evet, sadece durun.
Kendiniz için birşey yapmaya niyet ettiğinizde sadece onu yapın.
Diyelim ki kitap okumaya karar verdiniz ya da çay içmeye, oturun ve çayınızı yudumlayın. Çayın rengine bakın, kokusunu duyun, sıcaklığını hissedin, tadının keyfine varın.
Bu arada kendinizi gözlemleyin. Kendi kendinizi o çaydan/ kitaptan zevk almak konusunda nasıl engellediğinizi farkedin. İsterseniz aklınıza gelen şeyleri/ yapılacak işleri not edin, ama ayırdığınız süreyi tamamlayın.
Daha sonra listenizi gözden geçirebilir, aklınıza gelen onca şeyin neden sizi kendiniz için birşey yapmaktan alakoyduğunu düşünebilirsiniz.

24 Mart 2009 Salı

Mükemmellik ya da olma hali

"Kimseye kendinizi sevdirmeye kalkmayın! Yapılması gereken tek şey, sadece kendinizi sevilmeye bırakmaktır. Önemli olan; hayatta, en çok şeye sahip olmak değil, en az şeye ihtiyaç duymaktır."
Platon
Diye bir e-posta düştü mesaj kutuma... Fikrimde bir sürü izdüşümler yarattı. Bunlardan ilki de mükemmel olma takıntısı. Kimbilir kaç kişi vardır aramızda kendini mükemmeliyetçi olarak tanımlayan. Nedir mükemmeliyetçilik? Sanırım asla tatmin olmama hali ile kendine dinlenme izni vermeme hali denebilir. "Yapılması gereken işler" diye tanımladığımız anlamsız işler topluluğunun ertelenemez olduğunu hissetme hali de denebilir.
Ben artık kendime, kendi olma halime şans tanımaya kararlıyım.
Bu ne demek?
Şu demek:
Kahvemi yaptım, elime aldım, salona doğru ilerlerken aklıma çamaşırları asmadığım geldi. "Hadi asayım, kahvemi sonra içerim" demiyorum. "Şu anda benim kahve içme zamanım, çamaşırlar 10 dakika bekleyebilir." diyorum. Bunun ne kadar zor olduğunu anlayabiliyor musunuz? Bir kahve içme süresinde insanın aklına ne kadar çok acilen halledilmesi gereken anlamsız iş gelebilir, hiç denediniz mi? Sonuç, soğumuş kahve, dinlenmemiş siz ve asla bitmeyen işler.
Ben kendimi seviyor ve değer veriyorum.
Ben kendime zaman ayırmayı hakediyorum.
Benim herşey için yeterli zamanım var, kahve içmek için bile... :)

23 Mart 2009 Pazartesi

Hastalıkta ve sağlıkta


Oğlum 15 gün kadar hastaydı. Çok ateşlendi, bazı geceler başında beklemek gerekti. Bu da ister istemez beni hastalıklarla ilgili düşünmeye itti: Neden hasta oluyoruz?

Bir kere hasta olmak hiç de iyi birşey değil. Mi acaba?

Çocukluğumu düşünüyorum, hasta olunca annemin benimle ilgilenmesi çok hoşuma giderdi. Hatta kardeşim hasta olunca, "keşke ben hasta olsaydım" diye düşündüğüm olurdu. Demek ki, ilgi çekmek için hasta oluyoruz. Bazen de işten kaytarmak için, bazen de "geçerli bir mazeretimiz olsun" diye. Yıllarca çektiğim migren ağrılarını ben bilirim. Sırf işimi değiştirecek cesaretim olmadığı için.

Peki çocuğum hasta olunca ne hissettim? Yani klişe annelik lafları olarak değil, bunun altında yatan ne hissettim? İlk defa anne olduğumu hissettim. Bu ne demek şimdi? Yani çocuğumun kayıtsız şartsız bana muhtaç olduğunu hissettim. Yanıma gelip mahsun mahsun oturması, ona sarılmamı istemesi gizliden gizliye mutlu etti içimin bir yanını.

Evet, bu da hastalığa davetiye çıkartmanın bir yolu, tabii bu kişinin de belli bir altyapısı varsa. Çocuklarımızın her zaman bize ayna tutmak görevini yerine getirdiklerine inanıyorum.

Hastalıkların altında bir ilgi çekme yatıyor olabilir, güçlü olma hali de yatıyor bence. Yani anneme istediğimi yaptırabilmenin bir yoluydu hasta olmak ya da istemediğimi yaptırmamanın.

Korktuğumuz bazı şeylerden kaçış olabilir.

Kimi zaman ne kadar "güçlü" olduğumuzun bir göstergesidir belki de. Yani "bakın ben ne zorluklara göğüs gerebiliyorum" der gibi.

Benim ilgi çekmek için hasta olmaya ihtiyacım yok.
Benim değerli olmak/ sevilmek için hasta olmaya ihtiyacım yok.
Ben kendimi seviyor ve değer veriyorum.
Ben, benimle ilgileniyorum.
Benim güçlü olmak için hasta olmaya ihtiyacım yok.
Ben gücümü içimdeki sevgiden alıyorum.
Ben hayatımı sağlıklı geçirmeyi seçiyorum.

19 Mart 2009 Perşembe

Barış ve mücadele


Öfke yazımda bir olumlama gelmişti: "Ben kendimle barış içinde yaşıyorum." Günlerdir bu cümleyi 5'lik* yaptım tekrarlıyorum. Bu arada neden kendimle barış içinde değilim, onu sorguluyordum. Farkettim ki, aslında hayat tanımımızın kendisi bir mücadele. Bu mücadelenin içinde nasıl barış olsun ki?
Sürekli tekrarlanan sözlere bir bakın:


  • Hayat bir mücadele

  • Ekmek aslanın ağzında

  • Hayat kötü, kolla gözünü

  • Hayat zor
Bunlar benim ilk anda aklıma gelenler, kim bilir daha nicelerini tekrarlıyoruz her gün.

Hatta biraz daha düşününce, evlilik tanımımın bile "mücadele" içerdiği dikkatimi çekti. Yıllarca aradığım koca adayını şöyle tanımlamışım: "Birbirimizle mücadele etmek yerine, elele verip hayatla mücadele edebileceğim birisi"

Eğer hayatı bir mücadele olarak görüyorsak, evren de bize bu istediğimiz, ısmarladığımız hayatı yaşatıyor. Aksi mümkün mü?

Oysa hayat kolay, hele de içimizdeki korkuları farkedip sevgiye dönüştürebilirsek...

*5'lik ne demek? bkz. http://www.icimdekiyolculuk.net/Calisma_Odasi/bilincalti_calismasi.html

16 Mart 2009 Pazartesi

Ne olur benim dengemi bozmayın

Bu öfke ile ilgili 2. yazım. Öfke terapisi, öfke ile başa çıkma yöntemleri, derin nefes almalar, anı olduğu gibi kabul etmek. İnsanın gözü döndü mü hiçbiri aklına gelmiyor. Böyle anları siz de yaşamışsınızdır.
Her neyse, bugünkü sohbet konusu öfke sonrası. Keskin sirke küpüne zarar ya... Öfke patlaması yaşandı bitti. Ama vücutta ürettiğimiz o toksinler ne olacak? O kadar adrenalin nereye patlaycak? Benim boynum tutuldu mesela. Spiritüel vücut dilim bana ne diyor? "Görmek istemediğin, bakmak istemediğin yerler var. Kafanı çevirmiyorsun, dönüp bakmıyorsun" Yaaa... Al sana bir çalışma konusu. Nereye bakmıyormuşum? Tabii dönüp kendime bir bakmam lazım. Yoksa ne olur, ele verir talkımı...
"Ben kendimle barış içinde yaşıyorum."
"Ben kendimi ve .... (kavga objesi şahıs)'i affediyorum."
"Ben kendi merkezimde kalıyorum."
Öfke patlamasının arkasındaki rahatlamayla yatmak yerine, öfke sahnesi üzerinde çalışmak, temizlemek gerek.
Hadi hoşçakalın anacım, ben temizliğe gidiyorum...

14 Mart 2009 Cumartesi

Öfke



Sizin öfkeniz nasıl? "Yavuz atın çiftesi" misali mi, yoksa saman alevi gibi mi?
En çok neye öfkelenirsiniz? Saygısızlığa mı? Aptallığa mı? Haksızlığa mı?
Çevreme bakıyorum öfke dolu insanlar görüyorum. Parlamaya hazır. Kimi ağlıyor sinirden, kimi davudi sesi ile bağırıyor.
Ya ben? Genellikle "sinirleri alınmış" tabir edilenlerdenim. Ama içimdeki öfke ateşi yandı mı kavurur beni de.
Avatar diye bir çizgi film var. 4 elementin efendilerini anlatıyor. Bunlardan biri de ateş ulusu. Kahramanlardan biri, ateş bükücü prens, içindeki öfkeyi söndürdüğünde ateşe hükmedemez oluyor. Yıllarca ateşini içindeki öfkeden beslemiş. Evet, ateş 4 elementten biri, ama kaynağı öfke mi gerçekten? Sonunda anlaşılıyor ki, ateşin ana kaynağı GÜNEŞ, yani aydınlanma.
Usui Usta, "bugün, sadece bugün öfkelenme." demiş. Kolaysa başına gelsin. :) Nasıl yapılmalı bilmiyorum, ama öfkeyi aydınlığa çevirmek lazım. Bastırmadan. Yaşadıklarımıza izin vermeden olmaz. Yaşamak, ancak yaşarken izlemek, izlerken dönüştürmek lazım.
Temel soru şurada: "Ben şimdi neye kızdım?" Olayı bırakıp nedene varmak lazım. Nedeni kendimize döndürmek lazım, kendimize döndürdüğümüzü sevgiye dönüştürmek lazım.
Nasıl yani?
Bugün market kuyruğunda biri önüme geçmeye çalıştı. Çok sinirlendim. Neden?
  • Beni adam yerine koymadı.
  • Bana değer vermedi.
  • Beni görmezden geldi.
  • Beni aptal yerine koydu.
Acaba benim kendimi adam yerine koymadığım durumlar var mı? Kendime gerçekten her zaman değer veriyor muyum? Kendi değerime kendim sahip çıkıyor muyum?
Ben kendimi tam olduğum halimle görüp kabul ediyor muyum? Kendime kızmadan, sinirlenmeden?
Ben kimleri aptal yerine koyuyorum?
Yaşadığım deneyimi sevgi ile kabul ediyorum. Bana beni gösterdiği için sıramı almaya çalışan bana teşekkür ediyorum.

13 Mart 2009 Cuma

Kendini sevmek ile ilgili egzersizler

Pişman olduğunuz bir olayı hatırlayın.

Oradaki kendinize onu ne kadar çok sevdiğinizi anlatın.

Ona sıkıca sarılın.

Onu affedin.

Affettiğinizi sesli olarak söyleyin.

Tıpkı çocuğunuzu affettiğiniz gibi affedin.


İnsanın en zor bağışladığı kişi kendisi...

Kendimi seviyorum

Geçenlerde oğlum (3 yaşında) sevdiği kişileri sayıyordu:
- Annemi seviyorum
- Babamı seviyorum
- Kendimi seviyorum
- ...

Nasıl da güzel bir farkındalık. Kendini seviyor ve kendini, sevdiği insanlar listesinde sayacak kadar değerli buluyor.

Umarım öyle kalır.

Kendini iyi hissetmek

"Kendini iyi hissetmek" genel olarak arzu ettiğimiz birşeydir. Aslında hayatta yaptığımız ya da yapmadığımız pek çok şeyi "kendimizi iyi hissetmek" için yapmaz (yapar) mıyız?

Aklıma takılan soru şu: Kendimi iyi hissettiğim zamanlarda, bu acaba aradığım "iç huzuru" hali mi? Yoksa meşhur Graffiti gibi "sakin ol yakında geçer" mi?
Belki asıl soru şu: "Neden ben şu anda kendimi iyi hissediyorum?" Aksini sorarız kendimize de bu taraftan sormak pek aklımıza gelmez.
"Bu soru aklına nereden geldi?" derseniz, ben aslında genel olarak mutlu bir insanım. Yine de bakıyorum da ufacık birşey bile dengemi bozmaya yetiyor bazen.
Kendinizi iyi hissettiğinizde sorun kendinize, "NEDEN?".
Eğer bu iyi hissetme hali bir olay ile ilgili ise, o zaman şöyle bir durum var: Bu olay benim hangi korkuma iyi geldi?
- Başarılı olduğum için mi iyi hissediyorum?
=> Başarısızlık korkusu, başarı ile değerli oluyorsam => değersizlik korkusu
- Birini mutlu ettiğimi düşündüğüm için mi?
=> Artık beni sevecek => Sevilmeme korkusu
- Lafı gediğine koyduğum için mi?
=> Güçsüzlük korkusu
Kendini iyi hissetmek kötü birşey değil tabii, benim yapmak istediğim sadece farkındalığa bir ışık yakmak.
Sevgiyle,

Farkındalık için egzersizler

Yazdığım konularla ilgili aklıma gelen çalışmaları da paylaşmak istiyorum. Ancak bunları daha çok kendime notlar olarak alıyorum. Amacım didaktik olmak değil, sadece pratiğe yaklaşmak.

Farkındalık algının açıklığıdır. Bu nedenle normalde dikkat etmediğimiz şeylere dikkatimizi vermemiz farkındalığımızı arttıracaktır. Mesela:

- yürürken ayaklarınızı hissetmeye çalışın ya da ayaklarınızın hissettiklerine dikkatinizi verin.
- nefesinize konsantre olun. Daha derin nefes almaya çalışmayın ama, sadece nasıl nefes aldığınızı gözlemleyin. Tıpkı dışardan seyreder gibi.
- Her zaman oturduğunuz yerden başka bir yere oturun, başka bir yoldan yürüyün.

Bunları yaparken dikkatinizin bir süre sonra kayıp gittiğini farkedeceksiniz. Zamanla anda kaldığınız süre artacaktır. Ama çaba harcamayın, sadece dikkatinizin kaydığını farkedin, zihninize gülümseyin ve egzersizinize devam edin...

Farkındalık

Madem farkındalık dedik, onunla başlayalım lafa. Nedir farkındalık?

Herşeyden önce üzerinde düşündükçe, çok fazla anlam yüklenmiş, olduğunun çok dışına çıkmış, bahtsız bir kelimedir farkındalık.

Spiritüel alemde de (burada spiritualizmle ilgilenen insanlar anlamında kullanıyorum bu terimi) profesyonel kesimde de sıkça kullanılır farklı anlamlar yüklenerek.

Kimi zaman yolda yürürken balkonlardaki çiçekleri görmek anlamında kullanılır, kimi zaman rekabetçi tuzakları algılamak anlamında. Ama genellikle süslü cümlelerimiz içinde bir renktir. Egomuza hizmet eder güzelce: FARKINDALIK

Satır arası: Ben farkındayım, yani senden bir basamak yukardayım.

Farkındalık konusunda içimin bana verdiği en güzel ders şu oldu:

Bir sabah, güzelce giyindim, süslendim. En güzel bluzumu, en yeni eteğimi giydim. Dimdik kendimden emin adımlarla ilerliyorum caddede. Bir yandan da içimden geçiriyorum: "Bak, ben bu konuları ne güzel anlıyorum, çünkü kendime yatırım yaptım. Farkındalığım çok yükseldi. falan filan... övünç, güç, başarı..."

O sırada bir polis arabası yavaşladı, yanımda durdu, camı açtı.
Ben şaşırdım, bakıyorum, herhalde yol falan mı soracak?
Polis: "Hanımefendi, bilmiyorum farkında mısınız, eteğinizin arkası yukarı sıkışmış"

İşte farkındalık bundan ibaret aslında, kendini bir yere geldim sanırken arkanı kapatmayı unutmama sanatı...

Ne yapıyorum ben?

Hergün zihnimizden binlerce şey geçiyor. Kişisel gelişim diyoruz, farkındalık diyoruz, aslında ne yapmaya çalışıyoruz? Zihnimiz bize neler söylüyor, bunların farkında olmaya. Farkedelim ki, dönüştürebilelim. Dönüştürelim de neye dönüştürelim? Sevgiye, koşulsuz sevgiye.


İşte ben kendi kendime bunu yapmaya çalışıyorum: Dinlemeye


Yardımcılarım da var tabii: Reiki, meditasyon, yemek yapmak, örgü örmek, rüyalarım; meğer ki o anda onu yapmak istiyor olalım.


Niyetim o ki, neler dinledim, sizlerle paylaşayım. Bir adım atmışsam bileyim. Arada es vereyim, araçları sorgulayalım...


Bakalım neler çıkacak ortaya.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...