29 Temmuz 2011 Cuma

Başkalarını anlamak

Mesela arkadaşlarımız gelir, dertlerini döker bize, biz de dinleriz, "Seni anlıyorum." deriz arada, kendi hayatımızdan örnekler veririz, EMPATİ kurarız, hatta "ben senin yerinde olsaydım..." la başlayan cümlelere gider sohbet.

Yine "ben olsaydım..." ların sonucu olarak başkalarını yargılar, onları sorumsuz, anlayışsız, kaba vb. olmakla suçlarız...

Gerçekten mümkün müdür başkalarını anlamak? Oysa kendi hayatımızda bile her adımımızı farklı atmıyor muyuz? Her adımda farklı tecrübelerin, farklı korkuların, farklı duyguların etkisi ile farklı hareket etmiyor muyuz? Sonra bazen sormuyor muyuz kendimize "ben bunu nasıl/ niye yaptım?" diye? Kendimizi bile tanımadığımızı fark etmiyor muyuz?

Ben ediyorum. Her adımda önümde açılan yeni yolda başka biri olarak ilerlerken kendimi yeniden keşfediyorum, sonra yine değişiyorum bir sonraki adımda. Bazen yemeğimi 10 dakikada yiyip bitiriyorum, bazen 1,5 saatin sonunda hala yiyor oluyorum. Ne hızlı yiyen biriyim, ne de yavaş...

Bazen saatlerce gürültüye maruz kalıyor ve gülümsüyorum, bazen 5 dakikada o ses beni çılgına çeviriyor.

Ben aynı kişi miyim? Hermann Hesse'nin Bozkırkurdu'nda söylediği gibi 1000 kişiliğim mi var yoksa? Ya da her adımda başka biri miyim zaten?

Anlıyorum ki, başkalarını anlayamam, çünkü her AN değişiyor. Bazen "o öyledir" diyebilirim sadece, ama bazen "öyle" bile değildir. Bilemeyeceğimi biliyorum. Tek yapabileceğim İZİN vermek olabilir. Bu kolay mı? Bana değmiyorsa daha kolay en azından. Eskiden bu bile zor geliyordu. Bana değiyorsa?

Anlamak rahatlatıyor tabii insanı. Kafanda tartıyorsun, bir neden buluyorsun, mantığa bürüyorsun bir anlamda, rahatlıyorsun. O nedene öyle bir inanıyorsun ki bir gün aynı (olduğunu sandığın bir) durumda aynı insandan farklı bir tepki görüyorsun ve bazen bütün dünyan yıkılıyor.

İyisi mi bırakmalı bu illüzyonu... Daha kendimi bilemezken, başkalarını anlamaya çalışmak boyumu aşıyor benim...

22 Temmuz 2011 Cuma

Hayat dediğin...


- Başkalarının senin için çizdiği balonun içini doldurmaya çalışmak
- Olman gerektiğini sandığın insan gibi olmaya çalışmak
- Hayatta üstüne aldığın rollere uymaya çalışmak
- Farklı olmaya çalışmak
- Aynı olmaya çalışmak
- Yolda kalmaya çalışmak
- Yoldan çıkmaya çalışmak
- Sevmeye çalışmak
- Unutmaya çalışmak
- Nefes almaya çalışmak
- Yönünü bulmaya çalışmak
- Hedefe koşmak
- Olmadığın biri gibi olmaya çalışmak
- Gözden ırak olmamak
- Risk almak
- Kimlik peşinde koşmak

ya da

AN'da kalmak ve AN'ı yaşamak...

21 Temmuz 2011 Perşembe

Kaburga kemiği

18 yaşındaki bir yakınım ile sohbet ediyorduk, genel konuşmalar, fıkralar falan derken, ben kadınlarla ilgili bilinen bir fıkrayı anlattım ona. Hiç anlamadan yüzüme baktı, çünkü yaradılış efsanesine göre Havva'nın Adem'in kaburga kemiğinden yaratıldığını bilmiyordu.

Acayip kızdım ilk önce. Bomboş bir gençlik yetişiyor, falan, filan... Hani ben bu bilgiyi nereden öğrendiğimi bile hatırlamıyorum, o kadar temel bir bilgi benim için. O nasıl bilmez, bu kadar genel kültürden yoksun olunur mu? vs.

Bir an geldi ki, bu konuşmanın bana vermeye çalıştığı mesajı fark ettim: Artık kadınlar kaburga kemiği ezikliğinde değiller... Benim için değiller, onun için de değiller... Bu durumda bu efsanedeki "kayda" da ihtiyaç yok ki artık. Algılar değişiyor, bilgiler de değişiyor, ihtiyaçlar değişiyor...

Tıpkı oğlumun bana "Zaten artık hırsız yok ki" demesi gibi... Güvensizlik korkusu, kaybetme korkusu ya da her ne varsa altında azaldıkça, hırsız da kalmıyor...

En azından benim için... 

Altı boş

Bu aralar yeni bir deneyim yaşamaya başladım. (sadece başladım, arada oluyor, her zaman değil.) Bir olay yaşıyorum, beni çok kızdırması gerektiğini düşünüyorum, hatta kafamda öfke ve kavga sözleri tasarlıyorum, ama gerçekte o kızgınlık duygusunu hissetmiyorum. Normal şartlar altında kızacağım, hatta geçmişte üstüne büyük kavgalar yaptığım bir konu olabilir bu. Ama kızmıyorum. Bastırılmış ya da sinirleri alınmış tarzı bir kızmama değil bu, tamamen yeni bir hal. Altı boş, yani altında o öfkeyi geliştirecek, destekleyecek enerji yok, sadece alışkanlık kalmış. Sanki düğmeye basılıyor, ama düğmenin altındaki mekanizma yok; çalışmıyor değil, YOK.

Yani biri beni bırakıp gittiğinde altında terkedilme korkusu yok; bir laf ettiğinde değersizlik yok; bir şey kırıldığında suçlanma yok; yenme, yenilme, güç kavgası yok.

Çok değişik, çok güzel bir his. Kaçınma yok, bastırma yok, olgunluk taslamak yok, çünkü altında enerji yok.

Altı BOŞ.

16 Temmuz 2011 Cumartesi

Aşk var mı?

Cem Akaş'ın bir kitabını okuyorum, İse, ki değil... İlk deneme Aşk ile ilgili, aşkın karanlığın bir fonksiyonu olduğundan bahsediyor. Ben de sormaya başladım hali ile, aşk nedir ya da aşk var mı diye...


TDK'ya göre aşk: Aşırı sevgi ve bağlılık duygusu, sevi, sevda, amor


Kimi tutkuyu anlatıyor aşk tanımında, kimi seksi, kimi evliliği... Her halde aşkın tanımlanamaz olmasının ana nedeni de kavram olarak netleştirilememesi... 


Elif Şafak, Aşk romanında her iki aşkı da bir araya getiriyor, Yunus Emre Allah aşkından bahsediyor...


Şunu biliyorum ki, aşk insanı değiştiriyor, değişen insan da aşkı... Bu tanımla sonsuz aşkı iptal etmiş oluyorum bir anlamda... Aşk yok diyemem... Hissettim çünkü. Ama var da diyemem, altında neler var neler, ama aşk var mı, onu bilemem...


Peki aşk sandığımız şey nedir? Bizde olmadığını sandıklarımız tabii ki... İlk aşkınızı anlatın, ne olmadığınızı sandığınızın bir listesini yapacaksınız... Ya da onsuz kendinizi nasıl hissettiğinizin...


- Çok yakışıklı / güzel
- Bana kendimi çok iyi / güzel hissettiriyor.
- Çok eğlenceli
- Çok popüler
- Çok bilgili
- Sportif/ güçlü
- Beni çok seviyor
- Çok başarılı (olacak)
- Çok zengin/ para harcamasını biliyor
- Beni bütünlüyor / ruh eşim
- O benim her şeyim / ben onsuz hiçbir şeyim.
- Birlikte pek çok konudan konuşabiliyoruz, saatlerce sohbet ediyoruz.


Sayabildiniz mi korkuları?
- Değersizlik
- Hiçbir şey olma korkusu
- Yalnız kalma korkusu
- Sevilmeme
- Zaman ayrılmama
- Tam ve bütün olamama, bir şey ile bütünleneceğini sanma
- Parasızlık, başarısızlık
falan, filan...


Aşk nerede?

9 Temmuz 2011 Cumartesi

Kayırılmak

Hadi itiraf edin, biri sizi kayırdığında hoşunuza gidiyor, biri size kıyamadığında, sizin yerinize kuyrukta beklemeyi önerdiğinde, paketlerinizi taşıdığında hayır demek pek aklınızdan geçmiyor, en azından benim öyle...

Benzer şekilde, oğlum azar işitmesin diye suçu üzerime aldığım, böreğin en güzel yerini eşime ayırdığım, bir tartışmada en yakın arkadaşımın tarafını tuttuğum da oluyor.

Yani hem kayrılmak hoşuma gidiyor, hem de zaman zaman sevdiklerimi kayırdığım oluyor 3. şahıslar karşısında.

Nereden çıktı bu diyeceksiniz. Bugün böyle bir kayrılma anı yaşadım ve kendimi çok iyi hissettim. Sonra da dualite gereği bunun tersinin bana yapıldığını düşündüm. Annemin benim yerime bir başkasını savunduğunu mesela. Kendimi nasıl hissederdim diye sordum kendime: "Haksızlığa uğramış."

Bir ara kime sorsam en çok neye kızarsın diye, "haksızlığa uğramak" cevabını alıyordum. Bunun temelini bulamadığım için de bu işareti es geçiyordum. Artık biliyorum. Eğer hayat için kayırmayı ve kayrılmayı KABUL ediyorsam, haksızlığa uğramam da kaçınılmaz, çünkü her şey içinde zıddını barındırıyor.

Bundan böyle daha çok dikkat edeceğim kayırmalarıma, mercek altında bakacağım hangi duygularla bunu yaptığıma. Ama ilk maddeyi şimdiden biliyorum: Sevilmeme korkusu, çünkü sevdiklerimi kayırdığımı biliyorum.

Bir adım daha...

8 Temmuz 2011 Cuma

Müdahale etmemek

Anneler günü yazımda yazmıştım, bu yılın konusu "müdahale etmemek". Ben bu konuda çalıştıkça evren yepyeni müdahale durumları çıkartıyor karşıma, ne güzel. Karışmadan durabiliyor muyum? Nerdeeeeeee...

Tamam, artık "o tabak bitecek" yok hayatımızda, ancak müdahale edilecek konu mu yok...

Hadi oğlum aarkadaşı ile kavga ederken de durdum, müdahale etmedim. Peki eşim çok üzgünken durabiliyor muyum? Annemin kararlarına izin verebiliyor muyum? Kardeşime öğüt vermeden çenemi kapalı tutabiliyor muyum?

Ne kadar çok müdahale ettiğim alan varmış hayatta... Kaldı ki, pek çoğumuz gibi ben de bu müdahaleleri görevlerim arasında sayıyorum aslında. Neden?

Çocuğumun, eşimin, annemin, dostlarımın mutluluğundan sorumlu sanıyorum kendimi de ondan, sanki bunca yıl çabalayarak kimseyi mutlu edebilmişim gibi...

Bu "vazife"den özgürleştirebilir miyim kendimi? Nasıl?

Hayır, her şeyi bırakıp gitmekten bahsetmiyorum, aksine her şeyin içinde olmaktan bahsediyorum, taa içinde. Saygı göstererek, izin vererek:

Oğlumun kavgasına izin vererek, anlaşmazlıkları çözmesine fırsat tanıyarak,
Eşimin üzüntüsüne izin vererek, onun için değerli olanları anlamasına saygı duyarak,
Kardeşimin yorulmasına izin vererek, onun da artık yetişkin bir kadın olduğunu anlayarak,
Annemin kararlarına izin vererek, ona olan bağımlılığımı bırakarak...

Fark etmek yetmiyor, anlamak yetmiyor, kendini engellemek hiç olmuyor, yaşayarak olacak, her adımda dönüştürerek, zaman alacak biliyorum, ama olmasını istiyorum.

7 Temmuz 2011 Perşembe

Halinden memnun olmak ya da acıları zevk edindik...

Kültürümüzde var, halimizden memnun olmak, ne olursa olsun buna da şükür demek, aza kanaat etmek... Biraz bizden aşağıda olanları görmek, biraz bunu bulamayanlar da var demek, biraz dişini sıkıp geçmesini beklemek...

İnsanın halinden memnun olması tabii ki güzel bir şey. Ancak bu memnuniyet yürekten gelen bir memnuniyetse güzel. İşin içinde bastırmak, tahammül etmek, daha kötüsünden korkmak varsa, statükoyu korumak tarzında bir memnun olmaksa, o zaman o işte bir iş var.

Halinden memnun olmamaktan kastım ise, bunu diline dolayıp da sürekli şikayet etmek değil. O da başlığın ikinci yarısında anlatılıyor. "Acıları zevk edindim, meze yapıp içiyorum." Bazı şeylerden memnun değilim, ancak kendimi sürekli şikayet eder buluyorum mesela:

- Çok kilo aldım.
- Param yetmiyor.
- Başım ağrıyor.

Bunlardan konuşmaktan zevk aldığımı hissediyorum bazen, hatta bir sohbet içinde sanki bir müzayededeymişim gibi hissediyorum: "Var mı arttıran?" Ben hastalıklardan bir örnek yazıyorum, okuyucular bu örneği işlerine, eşlerine ve daha pek çok şeye uygulayabilirler...
- Asıl benim sırtım nasıl ağrıyor, anlatamam, öldürüyor beni.
- Benim de başımın ağrısı hiç kesilmez, günlerce sürer.
- Bende de migren var...

Afferim, en çok hastalığı olana madalya takacaklar sanki... :)

Halimizi görüyor musunuz? Dertlerimi zevk edindim. Hastalıkları bile güç oyuncağı yapmışım yani: Benim hastalıklarım seninkileri döver.

E, kardeşim sor o zaman kendine: "Ben bunu neden yarattım?", yanında doktora git, ilaç al... Bir şey yap değiştirmek için. Elin gitmiyor mu? Sor o zaman kendine:

"BEN BUNU NEDEN DEĞİŞTİRMEK İSTEMİYORUM?"

5 Temmuz 2011 Salı

İkna etmek

Bazen kendimi bana sorulmuş bir soruya cevap verirken soruyu sormayan ancak beni dinleyen bir kitle ile karşı karşıya buluyorum. Bu dinleyiciler sorulan soru ile doğrudan ilgili olmadıkları gibi, anlattıklarımı da sadece "öylesine" dinliyorlar. Ortada sorulmuş bir soru olmadığından cevap da bir yere oturmuyor.

Çok önemli bir AN geliyor bu durumun bir noktasında, bir sonraki soru. Bu artık ilk soru sahibinin değil, dinleyicinin sorusu. Genellikle içinde bir meydan okuma yatan, "inanmak istiyorum, ama..."yı hissettiren, "hadi beni ikna et" diye bağıran bir soru. Görünürde karşıt bir tez barındırmayan, ama altında "iyi diyorsun, ama..." hissedilen o soru...

İşte bu noktada duruyorum, sakin, çünkü benim kimseyi ikna etmek gibi bir misyonum yok artık. İkna, güçten gelir, ben sevgiye gidiyorum. Benim doğrum bana, merak eden varsa anlatırım, o kadar...

Yine de sormamak mümkün değil: "Ben kendime bu durumu neden yaratıyorum?"

Her şeyden önce akılcı tarafımız sürekli kanıt peşinde koşuyor, ikna olmaya doymuyor, sürekli sorguluyor. Ben sorguluyorum, haliyle aynalarım sorguluyor. Sorgulamam bitmiyor, ancak biliyorum ki, ben artık kanıt aramaktan yoruldum. Ben yüreğimle gidiyorum, içimdeki sesi dinliyorum, zihnimi değil. Bu yolda zihnim de beni izlemeye başlıyor yavaş yavaş. Her takıldığım yerde, bana zihnim değil, kararlılığım yol arkadaşı oluyor.

Duvara dayanmış gibi hissettiğimde soruyorum kendime: "Bildiğim hayat beni nereye getirdi? Ne faydası oldu bugüne kadar akılcı zihnimin? Mantıklı hareketlerim boyumu bir arpa boyu uzattı mı?" Eğer cevabım hayırsa, yeniyi denemek için AN bu AN değil midir?

İkna etmek çabadandır. Çabalıyorsan akışta değilsindir. Akışta olmayan yorulur.

Ben artık ikna etmeyi bıraktım. İkna olma ihtiyacını da bırakma yolundayım...

2 Temmuz 2011 Cumartesi

Almak

Vermek konusunda çok yazmışım bugüne kadar da, almak konusunda sanki hiç düşünmemişim gibi... Oysa bu konu son günlerde çok kafama takılıyor. Vermek konusunda çok iyiyiz de, sanki almak konusu bizim dışımızda bir konu.

Almak bana neler çağrıştırıyor?

Fakirlik, alt - aşağı, eksik, ayıp, zayıflık, inkar, şükürsüzlük, aç gözlülük...

Karşı komşum Sevinç Teyze bana pişi (bir çeşit hamur işi) yaptırıp göndereceğini söyledi geçen hafta, "olur, sevinirim." dedim ben de "boş bulunup".

Biri bana bir şey vermek istediğinde KABUL edebilmek için boş bulunmam gerekiyor yani... Aklım başıma geldiğinde, neler geçti içimden...
- Ne görgüsüzüm,
- "Zahmet olacak size" bile demedim.
- Tabak boş gitmez, karşılığında bir şey göndermeli

1 tabak hamur işini bile karşılığını düşünmeden, borçlu kalmış hissetmeden, iç rahatlığı ile KABUL edemiyorum var mı ötesi...

Hayatımızda vermek var ise, almak neden olmasın? Eğer alırken kendimi böyle hissediyorsam, verirken başkalarına böyle mi hissettiriyorum ya da altında, en derinde, böyle bir amaç mı gizli?

Almak, size uzatılan bir şeyi sadece almak, düşünmeden, dertlenmeden, borçlu kalmadan KABUL etmek mümkün değil mi?
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...