28 Aralık 2011 Çarşamba

Kendim için

Fark ettim ki, bir süredir yazmıyorum bu bloğa. Bu kendimle sohbet etmediğim anlamına mı geliyor? Kısmen evet. Her ne kadar, akşam yatakta günün muhasebesi yapılsa da, uykudan önce, farkındalıktan ziyade kuruntular ön plana çıkıyor her nedense.

Yine de bu gece biraz farklı. Bu gece iyi ile kötünün eylemde olmadığının bir kanıtı sanki. Benim için iyi olan nedir? Bu sorunun yanıtı AN'da gizlidir, bunu fark ettim bu gece. İçimden gelen, bana ait olan, istediğim ne varsa, sadece ve sadece o AN için bana iyidir. Bana iyi olan o AN'da başkası için iyi olmayabilir, hatta kötü de olabilir. O zaman aslında hepimiz yalnızız, ama yalnızlığımız içinde TAM ve BÜTÜNüz aynı zamanda.

Bu hafta ne fark ettim? Kendi kontrolümde olmayan olaylarda bile "güzel" olarak yorumlanan bir sayı varsa bundan kendime gurur payı çıkarmamdı. Yıllık olağan sağlık kontrolümü yaptırdım. Sağlıklı yaşamak için özel bir çaba göstermeyen, zaten su yüzünde de bir sağlık problemi yaşamayan ben, kan değerlerim "çok iyi" çıkınca bir havalara girdim, herkese anlatasım var. İyi de bunda gurur duyacak ne var ben kardeşim? Normal olan zaten sağlıklı olmak değil mi?

Bu ay ne fark ettim? Eşimin rahatsızlığı ile yaşadığımız hastane sürecinin çok rahat, su gibi aktığını fark ettim. Bu akış beni şaşırtsa da, içimin ferahlığında şunu anladım: "Zaten bunun için çalışmıyor muyuz? Kaygılarımızı, korkularımızı fark edip dönüştürme çalışmalarımız hep bu su gibi akış için değil mi?". "Bunu ben niye yaşadım?" diye kendime soracak bir konu bulamadıysam bu hastane günlerinde, boşa çalışmamışım demektir bunca sene. Ne mutlu bana.

Bu yıl ne fark ettim? Hayatımın ne kadar müdahale etmek üzerine kurulu olduğunu, annelikten anladığımın elimde bir uzaktan kumanda taşımak olduğunu, çalışmanın kendi sağlığımı korumakta faydalı olduğunu ancak başkalarının sağlığının aramızdaki bağlar kadar beni etkileyeceğini, o bağların temiz bir şekilde bırakılmasının ilişkileri besleyeceğini fark ettim. Yaşlılık tanımımın gözden geçirilmesi gerektiğini, yaşlılıkla geleceği var sayılan hatta kabul edilen hastalıkların (tansiyon, kolestrol, kemik erimesi vb.) insanın akışında olmadığını fark ettim. Çevremdeki hastalıklarda yaratma bahanelerini net bir şekilde gözlemledim.

2012'de ne çalışacağım?
Öncelikle çocuklar gibi ANda olmayı, istediğimi yapmak kadar istemediğimi yapMAmayı çalışmak istiyorum. Hani o ANda canım istemiyorsa, yarın bu yemek olmayacak diye yemeyi bırakmayı, o ANda seyretmek istemiyorsam, yarın yayınlanmayacak diye seyretmeyi kesmek istiyorum. Ne istediğimi bilmek kadar, gerçekten ne istemediğimi bilmeyi ve bazen de bunu neden istediğimi sandığımı gözlemek istiyorum.

Son iki senedir hedeflediklerime ve daha da fazlasına ulaşıyorum, ne mutlu bana EVREN beni duyuyor, ben de evreni dinlemeyi sürdürüyorum.

Görsel: http://alyz.deviantart.com/art/The-Poppy-Girl-45923972

7 Aralık 2011 Çarşamba

Bu zihni sustursak da mı aklasak, dinlesek de mi haklasak?

Çocukluğumun ilk bilinçli zamanlarında "ağzını hayra aç" derdi annem... Şom ağızlı olmanın, kötülüğü çekeceği düşünülürdü. Hala bizce "kötü" bir şeyden bahsederken elimde olmadan "Allah korusun" diyorum.

Zaman içinde Reiki'nin yayılmaya başladığı ilk yıllarda, pozitif düşünmenin gücü de konuşulmaya başladı. "Korktuğum başıma geldi"nin aslında negatif enerjiyi çağırmak olduğu söylenmeye başladı. Meditasyonla, yoga ile falan aslında kötü olduğunu, sürekli negatif yayın yaptığını fark ettiğimiz zihnimizi susturma eylemleri başladı.

Olumlamalarla, zihin temizleme çalışmaları ile pozitif yaratma çabasına girdim bir ara. Yine de zihnimin aslında tam susmadığının da farkındaydım bir yandan. Sadece zihnimi susturamazsam başıma geleceklerden kaygı duymam bile yeterli endişe yayını yapıyordu zaten sanki.

Kişisel gelişim/ kendini tanıma sürecinde yıllar aktı bir yandan. Şu anda geldiğim noktada anlıyorum ki, zihni susturmak bir bastırma çabasından başka bir şey değilmiş. Eğer kulak verip dinleyebilirsem zihnimin bana sürekli en derin korkularımla ilgili bilgi verdiğini duyabiliyorum. ama bu kadar derin olmak zorunda değil.

Yolda yürürken karşıma çıkan insanlara bakarken, oğlumun öğretmeni ile konuşurken, TV seyrederken, her an zihnimi dinlediğimde sınıflayan, yargılayan, peşin hüküm veren bir BEN'le karşılaşıyorum. Bu konuşmaları susturmak ya da dinlememek beni daha "iyi" bir insan yapar mı? KABUL etmek, içimin yargılayan yanının peşine düşmek, onu anlamak, dönüştürmek mi iyileştirir yoksa beni?

Bana şu anımı hatırlatıyor:

Köye taşındığımız ilk günlerde, hala çalışma alışkanlıklarım devam ettiği için oğlumun bakıcısı da bizimle köye geliyordu. Köylü kadınlar aralarında konuşuyorlardı, izliyorlardı tabii bizi tanımak için. En sonunda tanıştığım biri Hanife Bacı soruyu patlattı ulu orta: "Sen kendin bakamıyon mu kendi çocuğuna?"

Köyde en sevdiğim kadınlardan biridir Hanife Bacı, dürüsttür, dobradır. Düşünün o bana açık açık sorulan soruyu, diğerleri de sormadılar mı defalarca birbirlerine?

İşte benim zihnim de onu dinlesem de, dinlemesem de, ağzımla söylesem de, içimden geçirsem de, gündüz çalışırken de, gece uyurken de diyeceğini diyor.

Duymak, anlamak, dönüştürmek benim elimde, benim seçimim...

5 Aralık 2011 Pazartesi

Çalışma cezası

Oldum olası çalışmayı pek sevmediğim söylenir aile çevremde. Bahsi geçen bedensel çalışma, temizlik işleri, ev hanımlığı, falan... Zihinsel çalışma ile bir derdim olmamıştır genel olarak.

Dün bir çizgi film izliyordum, birden dank etti kafama yine. Bir Japon öyküsü idi, göklerin krallığındaki prenses, aşağıda dağlarda yaşayan bir köylü delikanlıya aşık oluyor. Kız kardeşleri, onu vazgeçirmeye çalışıyorlar, "orada çalışmak zorunda kalırsın." diye. Sonra kral baba, müstakbel damadı kandırmaya çalışıyor, göklerde onlarla yaşasınlar diye: "Aşağıda ne var, hep çalışmak zorundasın. Burada kalırsan bir gün kral olacaksın."

Evet yaaa, çalışmak zorunda kalmak. Bir tehdit, bir kılıç gibi sallanmadı mı çocukluğumuz boyunca başımızda? "Oku da adam ol"ların ardında değil miydi hep çok çalışmak tehdidi?

Çizgi filmlerde hapiste taş kırdırmıyorlar mıydı Dalton'lara mütemadiyen ceza olarak? Antrenörler koşturmazlar mı itaatsiz sporcuları birkaç tur saha etrafında?

Hatta dersleri zayıf olan çocukları çırak olarak verirlerdi yaz tatillerinde, "çalışsın da aklı başına gelsin, okulun değerini anlasın." diye, hala da vardır başka şekillerde. Atasözümüz var: "Akılsız başın cezasını ayaklar çeker." Yani eğer kafanı kullanmazsan gide gele yorulursun.

Anladım ki, çok çalışmak hayatımın kaçınılması gereken bir yanı olmuş bunca zaman. Okursam, iyi bir yerlere gelirsem, aklımı kullanırsam bundan kurtulurum diye hesaplarım olmuş.

Çalışmak, keyifle, zevkle çalışmak; üretmek, ürettiğinin keyfini kaslarındaki gerilme, sonra da gevşeme ile çıkartmak tadına varılması gereken bir şey değil mi oysa ki? Yorulmadan dinlenmenin tadı çıkar mı?

Ben artık çalışmak ile barışmaya niyet ettim. Çalışmayı kabul ediyorum, çünkü özünde çalışmayı sevdiğimi biliyorum. Sevdiğimi çalıştığımda yorulmadığımı da...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...