22 Aralık 2015 Salı

Yeni Yıl, Yeni Evre, Öğrenmek

Kurumsal hayatta şirket vizyonu, misyonu, yıllık hedefler, bütçeler belirlerdik... Bu şekilde takip edilmek, ölçmek, değerlendirmek daha kolay olurdu, ya da öyle inanılırdı...

Yıllardır kendim için buna benzer bir şey yapıyorum sanki hafiften hafiften... Bir farkındalık hali belki, bir evrenin bitişi, yenisinin başlaması hali... Tabii yılbaşı bir başlangıç olduğu için daha bir farkında oluyor insan olanın... Yıl sonuna yaklaştıkça bir hesaplaşma, bir muhakeme içine giriyor. Facebook bile yılını gözden geçiriyor insanın sonuçta. Her neyse, geçen sene ilk defa net olarak yazmıştım yeni yıldaki hedefimi... Merak eden için link burada...

"Nasıl oldu, yapabildin mi?" derseniz... EVET, yaptığıma inanıyorum... Kendime ve OL-AN'a karşı çok daha insaflı biri oldum. Dolayısı ile daha az stresli, kaygılı biri... Kendini bir nebze olsun daha kolay AFFEDEN biri... çünkü ben kendime tam olduğum gibi olma izni verdim bu sene...

Peki, 2016'da ne olacak? Bir süredir bunu düşünüyorum... Nasıl bir süreçten geçiyorum, neler yaşıyorum, neler yapmak istiyorum, neler yapamıyorum... diye sorarken kendime, yine eskiden yazdığım bir yazı geldi aklıma... Ben artık yeni şeyler yapmak, yeni şeyler öğrenmek istiyorum.

Ne var bunda demeyin... Bir insanın öğrenci olmayı kabul etmesi çok önemli bir adım. Ancak çocuklarda saflıkla görülebilen bir alçakgönüllülük ve merak istiyor...

Fark ettim ki, hayatımda çoğu şeyi biraz biliyorum, ki bu en kötüsü... Konular hakkında fikrim var, ama derinlemesine bilgim olan çok az konu var, sonsuzlukta bir kum zerresi.

Yanlış bildiklerini tamamen unutmak, eski bilgilerini tazelemek, önyargılar ile gerçek olanı ayırdedebilmek ve tamamen SIFIR noktasına gelip sıfırdan öğrenmek...

Bu sene YENİ ŞEYLER ÖĞRENMEK benim arzum. Bildiklerimi de yeniden öğrenmek, yeniden öğrenci olmak hayatta, baştan başlamak. Bir laf var ya, çok sevdiğim, "cehalet ne güzel, her şeyi biliyorsun." işte bu cümlenin döngüsünden çıkmak istiyorum...

İşe gerçekten hiç bilmediğim bir konu ile başlamak istiyorum. Bu nedenle ilk etapta TEMEL ŞAMAN EĞİTİMİ'ne katılacağım ilk etapta, sonrası bakalım, yol nereye götürürse artık... Öğrenmenin yaşı yok, HATIRLA...

28 Kasım 2015 Cumartesi

Makro ve mikro

Gün geçmiyor ki, yakından - uzaktan, ülkeden, arkadaşlardan, kötü bir haber almayalım... Savaş söylemleri, vefatlar, hastalıklar...

Arkadaşlarım arasında yeni bir söylem gelişti: "Özelde iyiyim, ama genelde kötüyüm" tarzında...

Kendime bakıyorum, ufak tefek çalkantılar hariç, hamd olsun işlerim yolunda... Eşim, çocuğum sağlıklı, "karnım tok, sırtım pek" derler ya, öyleyiz işte...

Çekirdek ailenin dışına çıkınca işler çetrefillenmeye başlıyor ama, kayınvalidem iyice yaşlandı mesela, hastalıkları var ufak tefek... Yakın bir arkadaşım ufak bir operasyon geçirdi, bir başkası babasını kaybetti...

Gün geçmiyor ki, çocukluğumuzun ünlülerinden, edebiyat dünyasının duayenlerinden bir vefat haberi almayalım...

Savaş derseniz kapıda, şehit haberleri, huzursuzluklar...

Öyle oluyor ki, "iyiyim" demeye utanıyor insan... Suçlu hissediyor bir şekilde...

Şimdi bunların bu blogun konusu ile ne alakası var?

Şudur ki, aynalık var hani? İçimde ne varsa, dışımda da onu yaratmıyor muyum? O zaman dışarda gördüklerim içimde yaratılıyor... Peki içim neden böyle hissetmiyor?

"Bana dokunmayan yılan bin yaşasın"cı mıyım? Çok düşünüyorum bunu...

Çok düşündüm, şuna karar verdim... Son kararım değil, elbette, yaşadığıma göre daha çok karar değiştirebilirim :)

Hislerimdir önemli olan, eğer başımı kuma gömmediysem... Beni rahatsız edecek, huzursuz edecek haberlere özellikle kulaklarımı tıkayıp kendimi fanusa aldıysam, sayılmaz... Ama hepsini biliyorsam ve yine de iyi hissediyorsam, o zaman iyi hissediyorum demektir... Yapacak bir şey yok.

İçim bunalıyor, kasılıyor, nefes alamıyorsam, duygularımı tanımlayamıyorum demektir, ki bu bence en kötüsü... Karmaşık, karışık, düğüm, yumak... Bunu çözmeliyim önce... O karmaşayı yaratan duyguları tek tek bilmeliyim... Bence en zor olan bu, duyguyu bulmak... Üzgün müyüm, çaresizlik hissimin altında ne var? Kızgın mıyım? Neden böyle hissediyorum...

Tarif edebildiğim, yakalayabildiğim her duygu benim için bir çalışma konusu ne de olsa...

Kendimi iyi hissettiğim için kötü hissediyorsam, hayatın adaletine inanmıyorum demektir... Bu dünyaya geliş sebebim, dünyada var oluş nedenim ile ilgili kaygılarım var demektir...

Tekrarlamakta fayda görüyorum kendime... Bu dünyada OLAN her şey İZİN verildiği için oluyor... Anlaması, idrak etmesi, sindirmesi ne kadar zor olursa olsun...

KABUL ile başlar her şey...

26 Kasım 2015 Perşembe

Kilitlenmiş İnsan

Dün akşam Jou Jou'da bir seminer vardı, çocukların teknoloji kullanımı ile ilgili... Çok güzel anneler vardı dinleyici olarak, pek çok şey anlattı psikoloğumuz Gül Hanım, pek çok şey paylaştı dinleyici anneler... Sohbet derinleşti, verilen bilgiler paylaşıma dönüştü ve sonra Gül bir kavramdan bahsetti...

KİLİTLENMEK

Size de oluyordur belki hayatta... Bir şeyi o kadar önemsersiniz, o kadar seversiniz, o kadar üzerine titrersiniz ki, korkarsınız... Yanlış bir şey yapmaktan, en iyisi olamamaktan, bilmediğiniz için, yaşayamazsınız...

Görüntüyü bozmazsınız elbet, kendinize bile itiraf etmezsiniz, yapmaktan kaçınırsınız, etrafından dolanırsınız, olayı birine paslarsınız... Ama KORKARSINIZ...

Çocuğunuzla oynamaktan, onunla hayatın içinde olmaktan KORKARSINIZ bazen, bazen o işe girişmekten, başarılı/ başarısız olmaktan, genellikle o adımı atmaktan KORKARSINIZ...

Yok, korkmayın demeyeceğim... Ben de korkuyorum... Bazen etrafıma bakıyorum, insanların yirmili yaşlarında doğal olarak yaptıkları, düşünmeden, kendiliğinden, sıradan yaptıkları bazı şeyleri kırkımda ancak benimseyebilmişim...

Hani bir yemek tarifi sorarsınız da, "aman, işte iki çırpıver, biraz da un ekle... soğanı da öldür, suyunu da koyuyorum, tamam işte..." gibi anlatırlar. O kadar da basittir gerçekten aslında... Ama size çince gibi gelir, mutfak Çin'deymiş gibi girmek istemezsiniz... Onun gibi işte...

Çok kolay, gerçekten çok kolay... Sadece ben yapamıyorum... Ne olur? İyi yapamazsam ne olur? BOZAR mıyım? Olsun, "ben yaptım oldu" kadar olsun bu defa da...

İZİN veriyorum... Bozmaya da izinliyim, ziyan etmeye ve becerememeye de izinliyim... Boza boza öğrenmeye de, hiiiiiiiiiç öğrenememeye de izinliyim... Canım istiyorsa öğrenene kadar denemeye, canım istiyorsa bırakıp kaçmaya da izinliyim... Ama ben artık kilitli kalmamayı seçiyorum...

25 Kasım 2015 Çarşamba

Hayatın İçinde Yaşamak

Görsel: Erkan Terzi
Hayat konusunda pek çok fikrimiz var, ne felsefeler yaparız ömrün nasıl geçmesi gerektiği konusunda, günlük aktiviteler konusunda...

Bir de hayatın nasıl uçup gittiği konusunda fikirlerimiz var... Gün geçsin, akşam olsun, ay geçsin maaş gelsin vb. derken ömrün nasıl bittiğini konuşur dururuz yıllardır idrak ettikçe...

Bir de hayatın içinde yaşamak var...

Bu kavram kelime olarak bugün aklıma geldi... Şimdi gün içinde pek çok şey yapıyoruz... 24 saat kolay geçmiyor aslında... Neler neler sığıyor içine farkında olarak/ olmadan, zevk alarak/ almadan, mecburiyetten/ isteyerek/ başka alternatif göremediğimizden, rutin olarak/ değişiklik olsun diye yaptığımız pek çok şeyle doluyor hayat...

Aklımdakini nasıl kelimelere dökeceğimi bilemiyorum biraz da...

Bir iş arkadaşım var, bu aralar kilo veriyor, kilo vermeye çalışıyor... Hayatının içinde bu var... Bunu YAŞIYOR... Çocuklarla oynarken gündemindeki bu konu ile ilgili olarak kuruyor mesela oyunları... Oyuncak mutfağımızda kek yerine tavuk pişiriyor mesela çocuklarla... Bu aralar jimnastik yapmaya başladılar hareket saatinde... Çünkü hayatının içinde o var...

Kendime dönüp baktım bir de... Hayatımla günlük işlerimi ayırmışım birbirinden... İşe geliyorum, iş yapıyorum... Hayat beni bekliyor kapının dışında sanki... Hayatı içeri alırsam işimi yapamazmışım gibi sanki... Yaptığım işten keyif almadığım için değil de... O hayat değilmiş gibi...

Eskiden profesyonel hayatın içindeyken daha da belirgindi bu ayrım... Akşam mesai saati bitince başlıyordu sanki hayat... O zaman mesai saatleri içinde yaşamıyor muydum peki? Yazık değil mi bana?

"Bakış açımı değiştirdim ömrüm uzadı" bu olsa gerek... Her AN hayatın içinde YAŞAMAK... Sadece hafta sonları değil... Sadece sevdiğim insanlarla olduğumda değil...

Hepsi benim hayatım... Şu an yazı yazmıyorum sadece... Yaşıyorum aynı zamanda...

Hayattayım, ama sadece nefes almıyorum, YAŞIYORUM....

6 Ekim 2015 Salı

Haklı ya da Haksız

Artvin
Bazen öyle bir an geliyor... Yaşadıklarım karşısında bir "tarafsızlık" hissi hakim oluyor bedenime... Beni birinci dereceden etkileyen olaylar konusunda dahi kendimi haklı ya da haksız hissetmiyorum o zamanlarda... Haklı ya da haksız hissetmediğim için de hırslı ya da hınçlı da hissetmiyorum. Bu gibi anlarda en önemli hissim üzgünlük oluyor, yine de bu üzgünlüğün bile yöneldiği bir kişi değil de yaşanan bir olay gibi... Objesi, nesnesi olmayan bir üzgünlük... Sertab'ın şarkısında söylediği gibi "sadece çok üzgünüm, dargın değilim."

Fark ediyorum ki, bir olaya taraf olduğum zaman, işin içine girdiğim zaman, kendimi haklı ya da haksız hissettiğim zaman, geçmişle (olan ile) daha çok hesaplaşma içine giriyorum, sanki farklı davransaymışım sonucu değiştirebilirmişim gibi...

Kendimi haklı hissediyorsam, kafamda 3. şahıslarla bir kavga, şöyle deseydim, böyle yapsaydım...

Kendimi haksız hissediyorsam bu defa kavgam kendimle... Hani meşhur kelime var ya: Proaktif olmak...

Oysa bu tarafsız hissettiğim ANlarda, görebiliyorum ki, olAN bağıra bağıra "geliyorum" demiş olsa bile yapacak bir şey yok. YaşANan yaşanmak zorunda, öyle çünkü...

İşte böyle durumlarda geçmişi değil ANı hissedebiliyorum... Sanki... O zaman da yaşadığım ANın hakkını verebilerek üzülüyorum, çünkü başka türlü olamayacağını biliyorum sanki... Biliyorum ki, olAN her şey bütünün hayrınadır... Öyle olmasa zaten öyle olmasına izin verilmezdi...

Yaşanması gereken yaşanıyorsa eğer, hakkını vererek yaşanmalı... Acısı, üzüntüsü hissedilmeli... OLAN ile kavga etmek bizi bir yere götürmüyor çünkü... YaşANmalı...


12 Eylül 2015 Cumartesi

Kendimi Bağışlıyor Ve Seviyorum

Sevgili Anette Inselberg, blogunda paylaşmış, o da "alıntı" demiş... Kim yazdı ise harika yazmış... Ara sıra dönüp okumak lazım...

----

Kendime hastalığı, parasızlığı, işsizliği yaşattığım için, yeniye geçmekten, değişimlerden korktuğum için sonuçta yine yaşama güvenmediğim için kendimden özür dilerim. Sınırlama ve kurallar içinde yaşadığım için, hayatı kontrol etmeye çalışarak inatçı olduğum için, yaratıcılığımı kullanmayı ret ederek yaşadığım için, kendim olmayı reddettiğim için, şükürsüzlüğüm için, şefkat sevgi anlayış hoşgörü paylaşma duygularını unuttuğum için, beklentiler içinde yaşayıp hiçbir beklentim yok diyerek kendime söylediğim tüm yalanlar için kendimden özür dilerim.
Kararsızlıklarım için, öfkem, kızgınlığım için tüm parçalarımdan özür dilerim. Bedenimin kıymetini bilmediğim, ruhumun istekleri doğrultusunda hareket etmediğim, içimden gelen sesi dinlemediğim, zihnimi olumsuz enerjiler içinde doldurup sonrada devamlı yaşamdan şikâyet ettiğim için, ruhumun isteği doğrultusunda adım atmaktan korktuğum için, cesaretsizliğim için, zamanımın değerini bilemediğim, kendime yapmış olduğum tüm saygısızlıklar için, başkalarının beni üzmesine izin verdiğim, yaşam amacıma hizmet etmeyen oyunlar kurduğum vs. vs. vs. için kendimden, buna neden olan bugüne kadar yok saydığım kabul etmediğim tüm bu parçalarımdan çok özür dilerim.Gücümü kötüye kullandığım kendimi üstün gördüğüm başkalarını küçümsediğim, haksızlık yaptığım kendimi değersizleştirdiğim için kendimden ve tüm parçalarımdan özür dilerim. Kendime vermiş olduğum sözleri tutmadığım için kendimden özür dilerim.
Hırslarıma yenik düşüp kibir ve gurur içinde davrandığım her an için, kendime olan güvensizliğim inançsızlığım için kendimden özür dilerim. Gücümü başkalarına devrederek beni yönetmelerine izin verdiğim için, kendime yaşatmış olduğum tüm baskılar için, enerjimi düşürüp kendimi yaşamdan kopardığım için, kendime yalnızlığa mahkûm ettiğim için, korkuların beni yönetmesine izin verdiğim için, başkalarının kendisini kötü hissetmesine neden olduğum için, suçlayıcı konuşmalarım için kendimden özür dilerim. Olumsuz yaşanan her olayın güzel şeyleri arzulayabilmen için yaşadığını, arzu duygusunun yaşanması için deneyimlendiğini bunlara şükrettiğinde, minnettarlık içinde yaşadığında sahip olduğun tüm güzelliklerin büyüdüğünü öğrendim. Farkında olursan eğer, sınırlarını kaldırırsan, yaşanan olaydaki hizmeti ve sevgiyi görmeye niyet edersen her deneyimin insanı ne kadar büyüttüğünü, ilerlettiğini öğrendim…
Sonuçta kendimi olduğum gibi sevgiyle kabul etmeyi öğrendim, ben kendimle barıştım. Tanrının parçası olarak kendimle barıştığımda, Tanrıyla barıştım. Kendimi kucaklamayı öğrendim.

Kendimle barışıp kendimi tam olarak kucakladığımda hayatımın sorumluluklarını alınca gözümdeki perde kalktı ve sanki dünyadaki tüm perdeler kalktı. Artık kalbim açık ve sevginin yaşamımda özgürce dolaşmasına izin veriyorum. Tüm ruhumla, benliğimle, kalbimle seviyorum kendimi, insanları ve yaşamı..
ALINTI

22 Haziran 2015 Pazartesi

Mevsimler

Resim: Dört Mevsim - Alphonse Mucha
Kurtlarla Koşan Kadınlar'ı okumayı yeni bitirdim... Kitap boyunca üzerinde durulan önemli konulardan bir tanesi yaşam - ölüm - yaşam döngüsü... Sadece doğmak ve ölmek ile ilgili değil bu döngü, her şeyin kendine özgü bir ömrü, vadesi, döngüsü olması ile de ilgili... İçimizdeki bilge kocakarının doğabilmesi için saf ve masum genç kızın ölmesi ile ilgili... Ömrümüzün bir deminin başlaması için bir öncekinin bitmesi ile ilgili...

İşte küçükken arayıp da bulamadığım "mevsimler neden var?" sorusunun cevabı bu yaşam - ölüm - yaşam döngüsünün içinde...

Her şeyin bir mevsimi var ve her mevsim kendinden önceki yaşanmadan var olamıyor... Kışın soğuğu olmadan toprağın dinlenemediği, baharın çiçeği olmadan yazın meyvesinin gelemediği, sonbaharda hasada eremediği gibi... Her şeyin bir mevsimi var...

Evin de, okulun da, işin de bir ritmi, bir döngüsü, bir mevsimi var...

Bilgelik bu ritmi sezip değerlendirmekte gizli sanırım...

Benim işimde mesela, bir yaz tatili ritmi var... Ne kadar başarılı olursam olayım, ne kadar heyecanlı, hevesli olursam olayım, yaz beni durmaya, dinlenmeye, tazelenmeye zorluyor... Bu döngüyü bilerek, ruhumu buna hazırlayarak tıpkı ağacın kışın yaptığı gibi gücümü toplayarak, kendimi dinleyerek akışta kalabilirim yazın... Aksi akıntıya karşı kürek çekmek olur... Yeniden doğuş mevsiminde nadasta kalmak olur... Çiçeklerimi mutlulukla sunmak yerine, bir avuç kuru dal ile kalmak olur.

İşte mevsimler böyle hatırlatıyor bize durma - dinlenme - tazelenme zamanını...

Eğer boşalmadan tekrar dolamaz ise bir hazne, boşaltma zamanını iyi tayin etmek gerekir ki, doldurma zamanında genişlemiş olsun...

Doğanın ritmine izin vermek, akışta kalmak için gereklidir... Yeniden doğabilmek için ölmeye hazır olmak gerekir...


21 Mayıs 2015 Perşembe

Kökler ve Kanatlar

Görsel: jordanlakecreativecenter.org

Sevgili Güneş Anne, bir kitaptan birkaç paragraf paylaşmış bugünkü blog yazısında... Bir Afrika atasözüymüş:  ''Çocuklarına hem kök hem de kanat verebilene ne mutlu ''

Ben bu cümleyi okuduğumda pek de bir anlam ifade etmemişti bana, açıkçası... Hatta ters bile gelmişti, köklerinin derinliğini sık sık kontrol eden bir "kaçak" olarak...

"Çocuklar kendi kanatları olduğunu fark ederler günün birinde. Uzun zamandır kürek kemikleri kaşınıyordu. Huylanıyorlardı. Herkes kendi kanatlarıyla gelir bu dünyaya. Bazı anneler saklarlar bunu. Yalan söylemeyi beceremeyenlerse çocukları doğdukları gün fısıldarlar müjdeyi kulaklarına: ‘Sakın unutma, senin kanatların var’. Çünkü kanatları  olduğunu söylememek bir çocuğa yapılacak en büyük kötülüklerden biridir." diye yazmış Hilal Karan... 

Kendi anneliğimde bu kısımla ilgili hiç sorunum yok. Tabii ki kanatları olmalı çocuğumun ki, zamanı geldiğinde yuvadan uçabilsin ve ben de gönül rahatlığı ile el sallayabileyim arkasından, aklım onda kalmasın. Tüm yaşam becerilerini verebilsem keşke bu anlamda... Kendi söküğünü de dikebilen bir terzi olsa oğlum...

Gel gelelim, kökler konusu bir sorun benim için...

"Kanatları olan birine kök vermek ancak büyük ve cömert yüreklerin, derviş annelerin işidir. Acı bir tat bırakır ağızda." demiş bu konuda da Hilal Hanım... Benim fikrim çocuğu iki zıt yöne çeken bu davranışın acı getireceği yönünde, elimde değil...

"Kökü olmayan bir çocuk dünyada kaybolur, öfkelidir, kendisiyle ve her şeyler kavgalıdır. Kendine engel olamayan alevden bir nefret topunun içinde yuvarlarlanıp duvarlara çarpar kendini. Herkesin az veya çok, ait hissettiği bir yeri olmalı." demiş oysa kitapta... Eh, bu da doğru...

O zaman, benim kökten anladıklarımda bir tuhaflık var, demek ki. Nedir benim kafamdaki kök?
Beni yere bağlayan, aşağı çeken bir şey... Gitmek istediğimde gitmeme engel olan bir şey... Gerçekten bu mu demek kök? Kök bizi toprağa bağlayandır belki, ama aynı zamanda beslenmemizi sağlayan da o değil midir? Topraktan almamızı sağlayan? Kök eskidir belki, kanat yenidir, ama her eski kötü olmak zorunda mıdır?

Kökler insanın kendini huzurlu hissettiği yerlerdir. Ruhu yaralandığında tamir edeceği inziva alanlarıdır... Kökler yardım almasını bilenler içindir. Kökler kanatlarla kendimizi aradıktan sonra, yolculuğun sonunda döneceğimiz, hayal kırıklıklarımızda dinleneceğimiz, yeniden başlamak için güçleneceğimiz alanlardır.

Türkülerdir bazen kökler, masallardır... Fotoğraflar ya da anılardır bazen... Anne kucağı, baba ocağı olabilir, zamanı geldiğinde oraya dönmenin de mahsuru yoktur. Yetişkin olmak, içindeki çocuğu beslemeyi bırakmak olmadığına göre, kökler bu besin damarlarıdır.

Yeter ki, kökler köklüğünü, kanatlar kanatlığını bilsin... Biri diğerine baskın çıkmaya kalkmasın...

10 Mayıs 2015 Pazar

Öfke Dansı

Bu blogu ilk açtığım zamanlarda, yani 2009 yılında öfke ile ilgili pek çok yazı yazmışım, o zamanlar çok öfkeli biri olduğumu hatırlıyorum zaten...

Kitap kulübünün bana kazandırdığı güzel insanlardan Yeliz, bu aralar Öfke Dansı'nı okuyormuş. Tabii kulüpteki arkadaşlarla bir öfke muhabbeti açıldı, herkes nasıl öfkelendiğini, öfkesini dengelemek için neler yaptığını yazdı bir - iki satır...

Ardından Kurtlarla Koşan Kadınlar'da sıradaki masalı okumaya başladım bundan sonraki kulüp toplantımıza hazırlanmak için... Kitabı açtım okumaya başladım. Karşıma çıkan paragrafı aynen alıntılıyorum:

"Ama ustalaşmanın başka bir boyutu daha vardır ve bu, kadınların öfkesi denebilecek şeyle ilgili bir boyuttur. Bu öfkenin serbest bırakılması gereklidir. Kadınlar, öfkelerinin kökenlerini hatırlar hatırlamaz, dişlerini gıcırdatmayı bir daha asla durduramayacakları gibi bir hisse kapılırlar. Ne ironiktir ki, kendimizi rahatsız edici kötü hissetmemize yol açtığı için, öfkemiz bizim için bir endişe kaynağıdır da. Aceleyle ondan uzaklaşmak ve kurtulmak isteriz.

Ama onu bastırmak işe yaramaz. Bu, ateşi çuval bezinden bir torbaya koymaya çalışmaya benzer. Kendimizi ya da başkasını onunla haşlamak da bir işe yaramaz. Demek ki, orada davetsizce başımıza geldiğini hissettiğimiz güçlü bir duygu tutuyoruz. Biraz zehirli atıklara benzer; oradadır, kimse onu istemez, ama atılacak pek başka bir yer de yoktur. Gömecek bir yer bulmak için uzaklara seyahat etmek gerekir."*

Demek ki, artık öfke hakkında yeniden düşünmenin zamanı da gelmiş...

Ben öfkelendiği zaman durmadan konuşan, gözü dönen, etrafında olanı görmeyen, sürekli haklı çıkmak en azından uzlaşmak isteyen bir başka ben oluyorum. Küsmek, kenara çekilmek, uyumak falan gibi aktiviteler benim öfkemin seline göre değil hiç...

Yakın zamanlarda bu tarz yakıcı öfke nöbetlerine pek tutulmadım ancak, en azından bu kadar yoğun değil.

Peki ne zamandan beri diye düşünüyordum, buldum. Yıllar yılı, ruhsal ve içsel gelişim yolunda ilerlerken bir gün gelecek ve artık etrafımda gördüğüm hiçbir olay beni öfkelendirmeyecek sanıyordum. Öfkelendiğim zaman bir de "bunun beni öfkelendirmesine neden izin verdim?" diyerek kendime kızıyordum. Bir gün canımın içi ile işsel bir hususta konuşurken bu kızgınlığımı şu şekilde dile getirdim: "Biliyorum, hizmette SİNİR yoktur, ama ben çok sinirlendim." Kuzum, psikoloğum bana dedi ki, "Hayır, her yerde sinir vardır. İnsanlar seni kızdıracak bir şey yapıyorsa sen de onlara kızarsın. Bu son derece doğal bir tepkidir..." (tabii bu kelimelerle dememiştir o, ben anladığımı yazıyorum buraya).

Ve sanırım o anda anladım. Kendime öfkelenme hakkı tanımayarak ne kadar haksızlık ettiğimi anladım.

İnsan insanın aynasıdır. Biri seni kızdırıyorsa dön kendine bak. Hangi korku düğmene bastı? falan filan... Bunlar tabii ki kişisel - ruhsal gelişim için çok önemli sorular... Ama önce duyguyu görmek ve KABUL etmek gerekiyor... Ben insanım, ÖFKElenebilirim, en doğal hakkım... Haklı yere, haksız yere, yanlış anlayarak, alınganlık yaparak, öfkelenebilirim...

İşte bu senenin konusu olan İZİN vermenin gücü bir defa daha kendini göstermiş.
Ben öfkelenmeye izinliyim.
Öfkelenmeye % 100 EVET

Bundan sonrası benim seçimim. İster öfkemi yaşarım, ister yıkıp dökerim, ister içime bakarım, ama önce öfkelendiğimi, öfkelenebileceğimi KABUL ederim...

Ne güzel bir özgürlüktür bu...


* Kurtlarla Koşan Kadınlar - Vahşi kadın arketipine dair mit ve öyküle - Clarissa P. Estes - Ayrıntı Yayınlar - S. 388

6 Mayıs 2015 Çarşamba

Bereket - Devam

30 Nisan'da Bereket ile ilgili bir yazı yazdım, çünkü 4 Mayıs'ta Sevil Abla'nın Ben Bereketim çalışmasına katılacaktım... 5 Mayıs ise malum Hıdırellez kutlamaları var... Hele İzmir'de gerçek bir ritüel şeklinde kutlanıyor baharın gelişi o gece... Her sene bambaşka, yepyeni adetler, ritüeller öğreniyorum Hıdırellez zamanı ve çok da hoşuma gidiyor...

Neyse, bu girişten sonra bu yazımda anlatmak istediğim tüm bu hazırlık aşamaları ile yaşadıklarım...

Dün gece, gayet üşengeç bir insan olarak kendimi ön hazırlıksız bir şekilde "Hıdırellez için ne yapabilirim?" derken buldum... Her zaman kapımın girişinde duran küçücük bir sandık içinde eski - yeni - tedavülden kalkmış bozuk paralar durur, onları alıp kırmızı şalıma sardım... Balkonda gül yok bu sene maalesef, yazın kuruttuk kaç yıllık çiçeği, ne yapsam ne yapsam, gözüme Aloe Vera'yı kestirdim, onun altına koydum minik sandığımı BOLLUK - BEREKET dileğimle, yanına da kurutulmuş gül tomurcuklarından oluşan çayımın içinden bulduğum bir gül tomurcuğunu koydum, nasılsa "Allah kabul eder" hoşnutluğu ile yattım...

Sabah güle oynaya yola çıktım işe gitmek üzere ve yolda başıma yani aslında elime geleni aşağıdaki resimde görebilirsiniz...

Bu vesile ile bu görevi yerine getirmek için saçım ya da kıyafetim yerine elimi seçen sevgili kuşa şükranlarımı sunuyorum...

İşte dedim, dileğim KABUL oldu, işaretim geldi... Sonra işe geldim... Diğer bloguma bir yazı eklemek için internette fotoğraf arıyordum... Arama için kullandığım kelime: "İçimdeki Güzellik"

Karşıma çok güzel, güller ve lavantalardan oluşan bir fotoğraf çıktı... (Merak edenler için fotoğrafı aşağıya kopyaladım) Hemen fotoğrafı yayınlamış olan bloga gittim ve gözlerime inanamadım. Karşıma çıkan yazının başlığı: "BOLLUK BEREKET İÇİN HO'OPONOPONO"

Eh, daha da fazla işaret beklemiyorum... Teşekkür ediyorum ve gelen BOLLUK - BEREKETi KABUL ediyorum...

handansenan.blogspot.com.tr/2013/07/maddi-rahatlama-icin-hooponopono-cumlesi.html



30 Nisan 2015 Perşembe

Bereket

"Bereketin kazandığınız paranın ya da sahip olduğunuz değerin miktarı değil Yaratıcı Kaynak'ın ona eklediği işlem gücüyle ilişkisi vardır, az değerle çok iş yapmanızı sağlar..." demiş Zeynep Sevil Güven...

Bolluk ve bereket kavramları yıllar içinde günlük hayatımızdan uzaklaşan kavramlar... Sanki tükettikçe bereketi unutuyormuşuz gibi...

- Hayırlı işler
- Bereketini görün
- Bereketi bol olsun

Küçükken esnaf alış verişlerinde ne kadar sık duyardık bu sözleri... Ben hala söylüyorum, ama ninem gibi konuştuğum için zaten, tevellüt eski malum, benimki sayılmaz...

Her neyse, bereket kelimesini az duydukça anlamını da unuttuk sanki, biraz düşünmeli üzerinde... Nedir bereket?

Yaptığınız bir pilavın yenmesine rağmen bitmemesi, sonunun da çorba olmasıdır bereket...

Balkondaki saksıya, gübre olsun diye attığınız patatesin yeşillenip çiçek açmasıdır...

Kuşların saksılara çilek, semiz otu tohumları taşıması, sizin de onları afiyetle yemenizdir...

Cüzdanınızın köşesinde, bir süredir giymediğiniz pantolonunuzun cebinde unuttuğunuz bir parayı bulmaktır...

İşinizi yüreğinizi katarak ve keyif alarak yaptığınızda geri dönüşünü gani gani almaktır bereket...

Tam param bitiyor derken, müşterinizin ödemenizi zamanından önce ve iki aylık olarak yapmasıdır...

Üç kuruş ile pazara çıkıp torbayı doldurabilmektir...

Yüreğinizin sıkılmaması, keyfinizin kaçmaması, Yaradana güvenmek, herkesin rızkını vereceğini bilmektir bereket... 

"Dünyadaki en zor meslek anneliktir"

Bugün sosyal medyada bu cümleye rastladım... Anneler günü geliyor ya, bu tarz klişe cümleler daha çok çıkacak karşımıza. Annelik bir meslek midir? Her şeyden önce bir bakın bakalım meslek ne demek? TDK'ya göre meslek:
"Belli bir eğitim ile kazanılan sistemli bilgi ve becerilere dayalı, insanlara yararlı mal üretmek, hizmet vermek ve karşılığında para kazanmak için yapılan, kuralları belirlenmiş iş"

"Karşılığında para kazanmak için yapılan" kelimeleri dikkatinizi çekti mi? Önce bir düşünün, anneliği meslek olarak adlandırmak, olguyu yüceltir mi, yoksa değersizleştirir mi? Hani övmek istiyorsunuz ya, o işi doğru yapın bari...

- Mesleğiniz ne?
- Annelik, profesyonel anneyim, doğuruyorum salıyorum, çok iyi kazandırıyor, ama biraz zor tabii...
- Yaaa, her işin kendine göre zorlukları var işte, ne yapacaksın...

Yanlış anlaşılmasın, anneliği yermek değil amacım, ama "anne olma" kavramının kimi zaman gereğinden fazla abartıldığını düşünmüşümdür. Anne de bir insandır sonuçta, çocuk doğurmuş bir insan...

Her insanın olduğu gibi, iyisi vardır, kötüsü vardır, çok isteyerek anne olmuş olanı vardır, kazaen anne olmuş olanı da vardır... Bilinçlisi - cahili; aşırı sevgiye boğanı - hiç umursamayanı; çalışanı - ev hanımı olanı vardır... Çocuğunu her şeyden üstün tutan ya da başka değerlerini ön plana çıkartanı vardır...

Sonuçta her insanın kendine göre şartları vardır... Kimse kimseyi dışarıdan bakarak yargılayamaz. Kızılderililerin dediği gibi, bir süre onun makosenleri ile yürümelidir...

Annelik benim de vasıflarımdan biridir, evet bir çocuk annesiyim... Mesleğim ise farklı...

Anneler gününüz şimdiden kutlu olsun, annenizi sevin ve sayın... Annelik kavramını çocuğunuzla değil anneniz ile bağdaştırın... "Annelerin dediği doğrudur" derken kendi dediğinizi değil, annenizin size dediğini düşünerek söyleyin bu lafınızı mesela...

Belki her kadının bir çocuğu olmayabilir, ama her İNSANın bir ANNEsi mutlaka vardır... 

20 Ocak 2015 Salı

Anne olmak ne demek?

Uzun süredir annelik ile ilgili bir klişe görmüyordum, bugün yine çıktı karşıma:

"Anne olmak, kendini düşünmekten bir ömür boyu vazgeçmek demektir."

Demek ki, annelik hakkında yine, yeniden düşünmenin zamanı gelmiş...

Geçmiş yazılarımda çok irdeledim, annelik konusuna kültürel olarak atfettiğimiz pek çok ağır yükü, bu yükle anne olarak, çocuklarımıza yüklediğimiz benzer ağır yükleri... İsteyenler bir tık ile okuyabilirler...

Mart 2009Mayıs 2010Eylül 2010Mayıs 2011Nisan 2013

Neyse, yukarıdaki cümleye kesinlikle katılmadığımı baştan söyleyeyim. İyi bir anne olmanın temel şartının "kendin olmayı unutmamak" olduğuna inanıyorum, çünkü annelik ilk olarak örnek olmaktır. Demek ki, istediğimiz gibi çocuklar yetiştirmenin ilk adımı istediğimiz gibi biri olmaktır.

Yaaa, bu aklınıza gelir miydi? Nasıl kısa boylu bir çiftin çocuklarının 1,90 m boya ulaşması ihtimali imkansıza yakınsa, kendisi içe dönük, çekingen, sakin bir annenin de çabuk kaynaşan, çok girişken bir çocuk yetiştirmesi biraz zordur...

İstediğimiz gibi biri olmak, ilk düşündüğümüzden bile daha zor görünüyor bana üzerinde düşündükçe... Çünkü aslında çocuğumuzun nasıl biri olmasını istediğimiz ile kendimizin nasıl biri olmasını istediğimiz arasında da farklar var, yani benim için var sanırım... Daha da önemlisi "istediğimiz gibi biri"nin tanımı nedir?


  • Ben nasıl biri olmak istiyorum?
  • Çocuğumun nasıl biri olmasını istiyorum?
  • İstediğim gibi biri olmak için şu anda sahip olduğum/ sahip olduğumu düşündüğüm nelerden vazgeçmem gerekiyor?
  • Eğer benim kendim için istediğim ile çocuğum için istediğim örtüşmüyor ise, bu fark nereden kaynaklanıyor?
  • Kurduğum cümleleri okurken içimden ne gibi tepkiler geçiyor, ne kadarı olumsuzluk içeriyor?
  • Neden olmak istediğimi düşündüğüm gibi biri olmak bende olumsuz hisler/ düşünceler uyandırıyor? (eğer olumsuz hisler/ düşünceler uyandırmıyor ise sizi tebrik ediyorum... Lütfen yorum yazın ve bana da anlatın)
  • Çocuğumun olmasını istediğim kişi ile diğer ebeveyn de hemfikir mi? Nerelerde örtüşüyor, nerelerde ayrı düşüyorum? Neden çocuğuma baba/ anne olarak bu adamı/ kadını seçtim?
  • Olmak istediğim kişi ile anne/ baba kimliğim ne kadar örtüşüyor, ne kadar çelişiyor? Nerelerde anne/ babalık bana engel oluşturuyor? Neden?


Ben kimim? Nasıl birisiyim? Bu tanımlamalarım olmak istediğim kişi olmama nasıl etki eder?

Yine nereden başlayıp nereye geldik... Sohbet de böyle bir şey işte... Tünelin nereye çıkacağı belli olmuyor... :)

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...